Ey Ruhumun Ruhu! Tanır Mısın Hz. Nuh'u?

Ersoy BABA

Ersoy BABA

Padişahın biri adamlarıyla ava çıkmış. Av koşturmaları sırasında her nasılsa adamlarından ayrı düşmüş. Oraya, buraya derken hem yorulmuş hem de acıkmış. Neyse ki bir hana denk gelmiş. Hancı padişahı karşısında görünce eli ayağına dolaşmış.

-“Bu.. Buyurun padişahım. Emredin.”

Padişah hemen masalardan birine yerleşmiş ve:
-“Açım. Zamanım da dar. Ne yemeğin varsa getir.”
-“Efendim. Hazırda yemek bitti. Yapmam ve getirmem de zaman alır. Ancak hızlı bir şekilde yumurta tavalayabilirim.”
-“İyi. O halde 3 tane yumurta kır. Getir”
Hemen birkaç dakika içinde hancı elinde tava ile gelmiş. Padişah açlığından olsa gerek çok hızlı bir şekilde tamamını mideye indirmiş. Biraz sonra kalkarken hancıya sormuş:
-“Borcum nedir?”
-“Efendim lafı mı olur. Ne haddimize?”
Padişah:
-“Olmaz öyle şey. Bedeli neyse ödeyeceğim.” Deyince hancı ezilip büzülmüş. Zorlanmış. En sonunda cesaretini toplayıp istemiş:
-“3 altın... 3 yumurta 3 altın efendim.”
Padişah şaşırır. Oldukça, hatta oldukça`nın kat be kat üstü bir bedel. Şaşkınlığını gizleyemez ve:
-“3 Yumurtaya 3 altın. Burada yumurta az mı bulunur?
Hancı başını öne eğer ve:
-“Hayır efendim. Padişah az bulunur!”

***
Söz Padişahlardan açılmışken Hilafet kaldırılıp Osmanoğulları sülalesinin Türkiye`den uzaklaştırılmasına karar verilir. Bir İslam ülkesi olan Mısır`a sürgün edilmesi kararı verildiğinde hem hilafetin kaldırılmasında, hem de sürgün kararında etken olan İngilizler buna itiraz ederler. Orada hilafetin tekrar yeşermesi gerçekleşir endişesi ile bundan vaz geçilir.
Suriye de Türkiye`ye çok yakın olduğu için kabul görmez. 150 kişi olan Hanedan üyelerinin birkısmı Fransızların kontrolünde olan Beyrut`a kalanı da Avrupa`ya gönderilir.
Söz buraya geldiğinde Murat Bayrakçı`dan bir anekdotu burada açıyorum:

Anadolu`ya 400 çadırla gelip 2-3 vagonla giden Osmanoğullarının hanımlarını vatana getiren Adnan MENDERES, Erkeklerini vatana getiren Necmettin ERBAKAN'dır..

Osmanoğullarından Mehmet Orhan Bey Türkiye`ye geldiğinde bir sabah, Boğaz Köprüsü`ne gidip üzerinde birkaç adım atmak istedi. Gözlerinden rahatsızdı. Göremiyordu. Ancak:
-“Etrafı göremesem bile havasını içime çekerim” dedi.

Köprüde durmak yasaktı ama “artık ne olursa olsun” deyip, otomobili bir kenara park ederler. 100 metre geride, gişelerin olduğu yerde polisler vardı. Aracın durduğunu görünce, üç polis araca doğru yürümeye başlar. Omuzlarındaki yıldızlardan rütbeli oldukları belli olan polislerden birinin elinde o gün ilk sayfasında Mehmet Orhan Efendi`nin resminin bulunduğu gazete vardır. Araca yaklaştıklarında içlerinden biri:

-“Yasak hemşerim. Niçin durdunuz?” diye sorar. Elinde gazete olan polis araç içine bakar. İçerde oturan Mehmet Orhan Efendi`yi tanır gibi olur. Gazeteyi açıp bir gazetedeki resme bir de içerde oturan Mehmet Orhan Efendi`ye bakar. Emin olmak için gazeteyi ve içerdekini arkadaşına gösterir.

-“Bu o mu?” diye sorarlar. Mihmandarın “Evet” cevabı üzerine polislerden biri otomobilin açık penceresine eğildi ve
-“Memleketinize hoş geldiniz” der. Devam eder:
-“Gazetede, Fransa`ya geri döneceğiniz yazıyor. Sizin vatanınız burası. Burada kalın”
Ve üçü birden Mehmed Orhan`a selâm durur. O da, polisler de ağlamaktadırlar.
Polislerle vedalaşıp köprüden ayrıldıkları sırada Mehmet Orhan Efendi
-“Pek garip bir tecelli… '68 sene evvel, kovulma emrimi tebliğ eden komiser de ağlıyordu, bugün bana ‘Memleketinize hoş geldiniz` diyen polis de ağlıyor.”
***
Merhaba değerli okurlarım. Padişahlarla ve koskoca Osmanlı hanedanıyla yazıya başlayınca arkasından ne gelecek diye meraklandınız tabi. Meraklanmaz mı insan. Ben bile meraklandım. Sonuna kadar okumaya karar verdim. Ama önce yazmak gerek tabi.
***
Televizyon kanalları arasında dolaşırken haber kanallarını aşıp dizilere filmlere ulaşınca karşılaştığım şeyler çoğunlukla birbiri ile aynı.

Olayların geçtiği yerler ne iş yapıldığı belli olmayan lüks ofislerde boylu boslu erkekler, (halk tabiriyle) at gibi kızlar, aşk olayları ve çevrelerinde gelişen olaylar. Onlarca hatta yüzlerce film, dizi aynı akrep alevinde dönüp duruyor. Çıkış bulamıyorlar. Daha doğrusu farklı işler yapmak istemiyorlar.
Tarihimizde muazzam olaylar vardır işlenecek.
Hanedanın sürgünü ve yaşadıkları anlatılabilirdi.
Haçlı seferleri ve zulümleri, onlara karşı kazandığımız zaferler anlatılabilirdi.

800 atlıdan oluşan Osmanlı ordusuna 70.000 kişilik Sırp ordusunun yenilmesi anlatılabilirdi.

Tarihten örnekler vererek yapılabilecek diziler yüzleri, binleri bulur. Hepsini tek tek yazmaya imkânım ve bilgi birikimim yetmez. Ama bi yerlerden bulup yazsam 15-20 yazımın onlara ayrılması gerekir ki bu sizi bezdirip başka yazarlara akmanıza sebep olur. Buna yüreğim dayanmaz.

Oysa adamlar onlarca aşk dizisi çekiyorlar. İki ofis, iki ev dekoru ile işi bitiriyorlar. Kim uğraşacak at bulmaya, onların üzerine süvari bulmaya, hepsine silah ve kıyafet kuşandırmaya.
Sadece birkaç kanalın yaptığı farklı dizilerle bu açık kapanmaya çalışılıyor. Bizim 800 atlımız olan bu diziler 70.000 kişilik sırp ordusu gibi saçma dizilerle boğuşuyorlar.
Bu konular yazmayla bitmez. Ama aklınızın bir köşesinde de dursun.

Geçen haftaki yazımı pek bi ciddi bulan okurlarım beni arayıp uyardı.

-“O tür ciddi konuları yazan yüzlerce yazar var. Senin tarzın farklı” dediler. Düşündüm ki haklılar. Çaydanlıkta biraz su ısıttım. Yazıya kattım. Sıcak su kolay yumuşatıyor. Yazı kulak memesi kıvamına geliyor. Yoksa bu haftaki yazım ciddiyet konusunda geçen haftayı ikiye katlardı. Bu hafta şikâyet olmaz diye düşünüyorum.

Geldik yazımızın sonuna. Örf adet ve geleneklerimizden sapmayalım istedim. Yazı sonu fıkramızı da ekledim;

Asıl adı Mustafa olan İncili Çavuş, Nasrettin Hoca'dan sonra en büyük Türk fıkra kahramanlarından biridir. İncili Çavuş unvanını, Padişah IV. Murat'ın başlığına taktırdığı inciden almıştır. Şakacılığı ve hazır cevaplarıyla tanınmış olan İncili Çavuş, İran'a elçi olarak gönderilmişti. Hediyelerle ve bir heyetle birlikte İran Şahı'nı ziyaret edip gerekli görüşmelerde bulunarak İran'daki programı tamamlamıştı. Artık İstanbul'a dönülecekti.

İran Şahı, Türk elçilik heyetine görkemli bir uğurlama töreni hazırlatmış, ileri gelenleri ve halkı toplatmıştı. İncili Çavuş'a bir at hediye etmiş ve:
-``Bu küheylan benim sana hediyemdir. Yolculuk esnasında binersin.`` Demiş.

Ama bu öyle bir attı ki; uyuz mu uyuz, cılız mı cılız, zayıf mı zayıf. “Üf“ desen yıkılacak, ayakta zor duracak kadar yaşlı.



İncili Çavuş adeta kendisiyle alay edilircesine böyle bir at hediye edilmesi karşısında bozulmuş, ama bozuntuya vermeden ağzını atın kulaklarına götürerek bir şeyler söylemiş. Sonra da kulaklarını atın ağzına götürerek bir süre dinlemiş ve basmış kahkahayı.

Başta Şah olmak üzere vezirler ve halk, şaşkın şaşkın bu manzarayı izledikten sonra Şah biraz da dalga geçercesine sormuş:
-``Atla ne konuştun, sen ata ne dedin, at sana ne söyledi ki, böyle kahkahayla gülersin?``

İncili Çavuş:
-“Ben ata sordum: Ey ruhumun ruhu! Tanır mısın Hz. Nuh'u?``
Şah:
-``Eee! At ne dedi?`` deyince, İncili Çavuş:
-“At bana şöyle dedi: Nuh da ne ki be gardaş. Sırrımı kimseye etme faş. Ben Hz. Âdem`e taş taşımışsam, taş.``
Kalın sağlıcakla.