Bilesiniz İstedim!

Ersoy BABA

Ersoy BABA

Asistan cerrah doktor bir gencimiz denk geldiğimiz bir ortamda anlatıyordu:

-“Hastanemizde ameliyat sayıları çok yoğun ancak üç aşağı beş yukarı sayılar aynı idi. Ancak bir gün aynı anda çok fazla yaralı geldi. Yüzlerce. Ne olduğunu yaralılardan öğrendik. 11 ilde aynı anda deprem olmuş. Üç gün önce. Biz ise Türkiye'yi sarsan depremi üç gün sonra ancak bu şekilde duyabildik.”

Hani biri Hristiyan diğeri Yahudi iki arkadaş varmış. Aralarından da su sızmazmış. Ancak bir gün Hristiyan olanı Yahudi arkadaşını görür görmez suratına sert bir yumruk atmış. Yahudi olan acı içinde kıvranırken:

-“Ya ne oldu şimdi? Bu yumruk neden?”

-“Siz Yahudiler İsa Peygambere neler yapmışsınız öyle? Çarmıha germişsiniz!”

-“Tamam da, o dediğin olay 2000 yıl önce oldu.”

-“Olsun. Ben yeni duydum.”

Gençlerimiz haber falan dinlemiyor. Günübirlik yaşayıp kızlar erkek peşinde, erkekler kız peşinde, “o kafe senin, bu kafe benim” derken dünyadan bihaber günlerini geçiriyorlar.

Dolayısıyla bizim boykot ettiğimiz markalar, satın almadığımız ürünler onlar için anlamsız kalıyor. Starbucks kafeleri yine dolup taşıyor, Cocacola'lar, Pepsi'ler su gibi içiliyor. Anlattığımızda da yüzümüze bön bön bakıyorlar. Okumuş meslek sahibi mühendisleri ile lise terk cahilleri de aynı çizgide. Hiçbirinin dünyadan haberleri yok.



***
Japonya'da bir genç ABD'de okul bursu kazanır. Gider Amerika'ya. Okumaya başlar. Okul hayatı boyunca aynı pantolon ve gömleği yıkayıp, yıkayıp giyer. Adeta pantolon ve gömleği onunla özdeşleşir.

Bir gün kopan düğmesinin yerine kola kapağını delip iplik geçirerek düğme yapar. Bu düğme birçok öğrenci tarafından alay konusu olur.

Mezuniyet töreninde diplomasını aldıktan sonra küçük bir konuşma için izin ister ve kürsüye çıkar.

-“Okul hayatım boyunca aynı gömlek ve pantolonu giydiğimi herkes biliyor. Hatta gömleğimin kopan düğmesi yerine kola kapağı takmamı alay konusu yaptınız. Bunlar imkanlarım olmadığından, ya da alamadığımdan değildi. Ülkeniz; halkımı Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atarak katletti. Milyonlarca Japon katledildi. Ve ben okul hayatım boyunca halkımın katillerine para kazandırmamak için yeni bir düğme dahi almadım. Bilesiniz istedim.”

***
Japonya 2. Dünya savaşının yenilen tarafıydı. Çok uzun bir süre kendi ordusunu dahi kuramadı. Ancak hepsi Japon'du. Yüz hatları, ten renkleri, yaşam tarzları Japon'du. Aralarına yabancı ajanların sızması çok zordu. Bu çok önemli ve müthiş bir imkandı. Çocuklarını kendi kültürleri ile yetiştirebildiler. Bu bilinci onlara aşılayabildiler. Bizde ise Cumhuriyetin henüz başlarında sayılabilecek bir dönemde bazı rakamlara göre 200.000 Bazı rakamlara göre de 600.000 Ermeni, Yahudi ve Ruma Türk isimleri verilerek vatandaş yapıldı.

Bunlar önemli kurumların başlarına getirildi.

Milletvekili, Bakan oldular.

Sanatçı oldular.

Sinema dünyasının temel taşları onlar oldu.

Milletimizin gençlerini istedikleri şekle sokmayı başardılar.

Biz onları tanıyamadık.

Yüzleri, ten renkleri bizimkiyle aynıydı.

Onları biz zannettik.

Arkadaki hain planları göremedik.

Yönetimde onlar vardı.

Mahkemelerde onlar Hâkim, onlar savcı, onlar avukattı.

Dinimizin temel taşlarını bize yasakladılar.

Yapılan zulme ağzımızı açtık kendimizi darağaçlarında bulduk.

İtiraz ettik; Hapishanelerde çürüdük.

Komutanlar onlardan, erler bizlerdendi. Ayakkabılarının tozlarını bize sildirdiler.

Rektörler, dekanlar, öğretim üyeleri, üniversite yönetimleri onlardandı.

Başını açmadığı için okuyamayanlar bizlerdendi.

Dinimizin temel taşlarını bize yasakladılar.

Yapılan zulme ağzımızı açtık kendimizi darağaçlarında bulduk.

İtiraz ettik; Hapishanelerde çürüdük.

Kendimizi biraz hissettirdiğimizde:

-“Biz asiliz. Bu devlet bizim” diye yollara döküldüler.

Şimdiki gençler maalesef onların eserleri.

Gençlere kızmadan anlatmanın yollarını bulmalıyız.

Gazze'deki, Filistin'deki soykırım, gençlerimize anlatmak, öğretmek için fırsattır.

Filistin konusunda sizlerle her satırına aynen katıldığım Ayşeli Polat'ın bir yazısını paylaşıyorum:


“Filistinlilere Acımıyorum”
-“Hocam, Filistin'de yaşananlara çok üzülüyorum. Gördüklerim, duyduklarım karşısında kanım donuyor, canım yanıyor. Siz üzülmüyor musunuz? Yaşananlar sizi ağlatmıyor mu? Neden Filistin'de yaşananlara dair hiçbir şey yazmıyorsunuz?” mesajıyla serzenişte bulunmuş biri. Ah be güzel kardeşim, ne diyeyim şimdi ben sana?
Üzülüyorum elbet. Hem de kalbim bir bomba misali infilak etmiş gibi acı çekiyorum. Lakin Filistin'de yaşananlara değil üzüntüm. Söyler misin bana, bombalanan evinden yaralı çıkarılan, hastanede baygın vaziyette yatan küçücük çocuğun:

-“La ilahe illallah” diye sayıklamasına, bilinçaltındaki taş gibi imanına üzülünür mü?

Ben, mikrofon uzatılıp:
-“La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah ne demektir?” diye sorulduğunda kahkaha eşliğinde:

-“Bilmiyorum” cevabını veren, nüfus cüzdanına dini İslam olarak kaydedilen bizim gençlerimize üzülüyorum.

Yüzü gözü yaralı, her yanı kana bulanmış, buna rağmen tebessüm ederek.

-“Bu yaşananlar Allah'ın bir imtihanı. Allah bizi sevdiği için günahlarımızı affetmek istiyor. Biz temizlenip cennete gideceğiz.” diyen küçücük çocuğa üzüleceğim zaman, aklıma telefonunun modelini yükseltmediği için anne-babasına hayatı zindan eden, istediği bir şey alınmadığında sinir krizleri geçiren bizim ergenlerimiz geliyor. Onlara daha çok üzülüyorum.

Mahallesinin tamamı yıkılmış, evinin enkazının arasında dolaşırken:

-“Evimizi yıkabilirler. Elimizden her şeyimizi alabilirler. Ama biz Allah'a inanan insanlarız. Yaşadığımız sürece buraları yine inşa edeceğiz. Ne yaparlarsa yapsınlar bu toprakları terk etmeyeceğiz. Çünkü bu topraklar bizim, hep de öyle kalacak!” diyen 10 yaşındaki oğlana istesem de üzülemiyorum be kardeşim. Çünkü çarşı- pazar azıcık hareketlense, birkaç gıda maddesine azıcıkzam yapılsa:

-“Bu ülkede yaşanmaz. Tası tarağı toplayıp yurt dışına gitmek lazım” diyen, elini taşın altına koyup bu ülke için kafa yormak yerine, battığında gemiyi ilk terk edecek olan lağım farelerinin üzüntüsü bunu bastırıyor.

Annelerinin-babalarının cansız bedenlerini gözleriyle görmelerine rağmen, öldüklerinde kim oldukları anlaşılsın diye kollarına, bacaklarına isimlerini yazdıran, çocukluğunu yaşamadan büyümek zorunda kalan, akşam olmadan anne-babalarına kavuşan çocukları gördüğümde hissettiğim şey kesinlikle üzüntü değil. Zira ben, ülkesinde Arapça bir levha gördüğünde kırmızı görmüş boğa gibi burnundan soluyan, ama plastik bardağın üzerine ismini yazdırmak için İngilizce levhalı binaların önünde kuyruğa giren, bununla daha çok medenileştiğini zannederek cehl-i mürekkebin dibine vuran görgüsüzlere üzülüyorum.

Sedyede yatan kardeşinin ölmeden önce şehadet getirmesi için çaba sarf eden koca yürekli çocuk, iman etmenin ne demek olduğunu zerrelerine kadar idrak etmiş, neyine üzüleyim?

Çevresindeki ağlayan erkekleri:
-“Niye ağlıyorsunuz? Ölürseniz şehit olacaksınız. İnsan şehit olacağı için, cennete gireceği için ağlar mı?” diye azarlayan adam, şehadetin lezzetini iliklerine kadar hissetmiş, niye ağlayayım?

Evinin enkazının üzerine oturmuş:
-“Her şeyden önce ve bütün olanlara rağmen Elhamdülillah diyoruz. Bu evden tam 7 şehit Allah'ın rahmetine kavuştu. Yahudi düşmanımız bizden çok kişiyi öldürünce, korkup kararlılığımızın zayıflayacağını mı zannediyor? Asla teslim olmayız. Çünkü bu toprağın asıl sahibi biziz. Boşuna uğraşıyorlar, onlar saldırdıkça azmimiz daha da artıyor. Benim gibileri ürkütmek için bilerek çocukları hedef alıyorlar. Ama bilmedikleri bir şey var. Toprağını savunacak yeni nesiller doğacak ve daha güçlü olacağız inşallah. Rehavete kapılmayacağız ve çok yakında zafer bizim olacak Allah'ın izniyle” diye kükreyen küçük çocuğun cesareti yeri göğü kuşatmışken
niye gamlanayım? Ben, günlerdir sayısız çocuk göz göre göre katledilirken, bütün dünyanın gözü önünde insan hakları ihlal edilirken:

-“Bunlar zaten yıllar önce bize ihanet etmişlerdi. Arap değiller mi, hak ediyorlar. Oh olsun!” diyen, Suriyelilere vatanlarından kaçtıkları için, Filistinlilere de vatanlarını savundukları için diş bileyen, insan olmayı becerememiş hilkat garibelerine üzülüyorum. Çocuk yahu, çocuk! Çocuğun ırkı olur mu, dili olur mu, dini olur mu? Büyük dedelerinin günahı o çocuğun zayıf omuzlarına konur mu? Bu nasıl bir kin, nasıl bir adavet, nasıl bir nefret? Bir mü'minde bu kadar kin olur mu? Kalbin taş mı kesildi be mübarek! Vicdanın kurudu mu? Senin çocuğun yok mu? Bu yaşananların senin başına gelmeyeceğine dair elinde senedin mi var?

Üzülüyorum kardeşim.
-“Müminler kardeştir. Bir vücudun azaları gibidirler. O vücutta bir organ rahatsızlandığı zaman diğer organlar da ona yardım ederler” ölçüsünü kavrayamamış bir mümin olarak üzülüyorum.

Kardeşlerim aç, susuz, elektriksiz hayatta kalmaya çalışırken, narkozsuz ameliyat edilirken, her gün o mükellef sofraya oturup işkembemi doldurduğum için üzülüyorum.

-“Annemi istiyorum. Babam nerede?” sorusu soran ümmetin çocuklarını, annelerini, babalarını veremediğim için kahroluyorum.

Konuşmayı yeni öğrenmiş bir çocuğun ellerini Yaradan'a açıp sadece:

-“Yarab! Yarab!” diye dua ettiği bir dünyada, telefon başında sabahlayan fakat sabah namazını kılmadan yatan binamaz oğullarımız için üzülüyorum. İsrail askerine meydan okuyan, korkusuzca hakikati yüzüne haykıran genç kızların yaşadığı bir dünyada, kombin yapacak kıyafet bulamadığı için surat asan, sevgilisinden ayrıldığı için gözyaşı döken kızlarımız için üzülüyorum.

6 çocuğu şehit olmuş bir kadının:

-“Aksa için feda olsun!” dediği bir dünyada, indirime girmiş Yahudi mallarını almak için sıraya giren, onurunu, şerefini üç kuruşa satan nadanlar için üzülüyorum.

Ötede, Allah'ın huzuruna çıktığımda, Filistin'in erkekleri, kadınları, çocukları yakama yapışıp:

-“Hakkımızı helal etmiyoruz” dediklerinde halim nice olur diye düşünüp bayılmadığım için, bu idrakten fersah fersah uzak olduğum için ölesiye üzgünüm. Kendimden utanıyorum. İnsanlığımdan utanıyorum.

Müslümanlığımdan utanıyorum. Söyleyeceklerim bu kadar!

Ayşeli Polat

Kalabiliyorsanız, kalın sağlıcakla